31 Ocak 2011 Pazartesi

TÜRKİYE’DE PARLAMENTER SİSTEM

Türkiye’de devletin de kabul ettiği şekilde, parlamenter sistem, yani halkın eşit oylarıyla seçilen bir meclisin başkent Ankara’da toplanıp icra etmesi çerçevesinde halkın devlet yönetimine katılması, 1950 yılında başlamıştır. Her ne kadar, 1920 yılından itibaren Ankara’da sürekli bir meclis bulunsa da, 1923 yılından sonra meclis tek sesli hale getirilmeye başlanmış ve 1925 yılında tamamen tek sesli hale gelmiştir. 1945 yılından itibaren kontrollü olarak meclisi saran bağlar gevşetilmiş, 1950 yılındaki seçim, son 60 yıllık siyasi geçmişin miladı olmuş, halkın eşit oyuyla toplanan meclis Ankara’da toplanıp icraatını (her ne kadar arada askeri darbeler olsa da, bu 60 yılın çok büyük bir kısmında) sürdürmüştür. 1946 yılında da bir seçim yapılmışsa da, bunun şaibeli olduğu devlet yöneticileri tarafından da kabul edildiğinden olsa gerek, parlamento tarihine dahil edilmemiştir.
Ankara’da toplanan meclisin icraatının halkın devlet yönetimine katılmasını sağlaması, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca asla halkın yönetmesi anlamına gelmemiştir. Halkın yönetime katılmasından maksat, yol, su, elektrik, bilemedin köprü, baraj inşaatı gibi ıvır zıvır olarak görülen işlerdir. Halkın seçtiği kişilerin bu alanın dışına taşarak sınır ihlali yaptığı durumlarda, özellikle askeri olmak üzere devletlu bürokrasi (ki yüz yılı aşkın bir süredir İttihatçı zihniyettedir) tarafından hadleri bildirilmektedir.
Öyle ya da böyle, kör topal da olsa Türkiye Cumhuriyeti devletinde 60 yıl boyunca meclis aracılığıyla halk yönetime katılmış ve yavaş yavaş da olsa bazı duvarları aşındırmış, taşları yerinden oynatmıştır. Bu süreç özellikle miladi iki binli yıllarda Avrupa Birliği’nin de ittirmesiyle hızlanmış, nisbeten büyük bir mesafe alınmıştır.
Tabiidir ki Türkiye’nin tarihi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinden ibaret değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nden önce, adı Osmanlı olan devlet döneminde ilk defa halkın eşit genel (her ne kadar sadece mülk sahibi erkekler katılabildiyse de) oyuyla seçilen temsilcilerinin bir araya gelmesi suretiyle oluşturulan meclis, 1876 yılında ilan edilen anayasaya dayanılarak, miladi 1877 yılında İstanbul’da toplanmıştır. Bir yıl kadar süren bu düzene Birinci Meşrutiyet (yani şartlı yönetim (padişahın yetkileri kanunlarla sınırlandığı için)) denmektedir. Bu bir yıl içerisinde iki defa seçim yapılmış, iki ayrı meclis oluşmuştur. Ancak bu dönemde meclisin yetkileri çok kısıtlı, padişahın yetkileri çok fazladır. Yani padişahın meşruti yönetimi çok da meşruti (şartlı şurtlu, sınırlı) değildir. ancak 1908 yılında İstanbul’da toplanan meclisin gücü çok daha fazladır. Ama özellikle miladi 13 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’da çıkan (31 Mart vakası olarak bilinen) bir ayaklanmayı bastıran Selanik’ten gelen ordunun yönetimi eline almasından sonra, padişahın meşruti yönetimi iyice sınırlı olmuş, nerdeyse yok olmuştur. Adı meşruti padişahlık da olsa, padişahlık sarayın dışına çıkamamıştır. İstanbul’daki meclisin İngilizler tarafından işgalinden sonra meclis Ankara’da toplanmaya başlamıştır. Nihayetinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edildiği meclis, Osmanlının yedinci (meclisin 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’ya taşınması, ilave bir seçim yapıldığından, ayrı bir meclis sayılırsa, sekizinci) meclisidir.
Türkiye’de 1877 yılından itibaren, 1943 yılına kadar seçimler halkın direk oyuyla yapılmamış, yer yer idare meclislerinin seçimi kabul edilmişse de çoğunlukla ikinci seçmenler (müntehibi sani) tarafından vekiller tayin edilmiştir. Halk birinci seçmen olarak ikinci seçmenleri seçmiş, ikinci seçmenler ise vekilleri seçmiştir. Özellikle 1946 seçimleri için dillendirilen açık oy gizli sayım şaibesi sonucu bu seçim serbest seçim olarak sayılmadığı için, Türkiye Cumhuriyetinde serbest ve tek dereceli ilk seçim 1950 yılında başlamış, şu zamana kadar da, 1950, 1954, 1957, 1961, 1965, 1969, 1973, 1977, 1983, 1987, 1991, 1995, 1999, 2002 ve 2007 yıllarında olmak üzere toplam 15 defa tek dereceli, halkın eşit genel oyuyla serbest seçimler yapılmıştır. 1950, 1954, 1957 yıllarındaki seçimlerde iller bazında liste usulü çoğunluk sistemi, 1961, 1965 yıllarında milli bakiye sistemi, 1969, 1973, 1977 yıllarında nisbi temsil (d’Hont) sistemi, 1983, 1987, 1991, 1995, 1999, 2002, 2007 yıllarında ise barajlı nisbi temsil (d’Hont) sistemi uygulanmıştır.
Türkiye’de son 60 yılda yapılan 15 serbest seçimde bir çok kural değişse de, seçim çevresinin vilayet sınırları olması kuralı değişmemiştir. Bunun sebebi açık değildir. Belki Osmanlı’dan gelen bir gelenekle izah edilebilir. Çünkü vilayet sınırları idari sınırlardır ancak, üniter devlet, tek millet vurgusu güçlü bir devlete yakışmamaktadır. Ondan olsa gerek, bakın biz vilayet sınırları çizmişiz, o sınırları seçim çevresi kabul etmişiz amma yanlış anlayıp da kendinizi o vilayetin vekili görmeyesiniz diyerek bir anayasa maddesi icad edilmiştir. Mevcut Anayasa madde 80’de, “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, seçildikleri bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil, bütün milleti temsil ederler.” denilmektedir. Aslında, vilayet sınırlarının seçim çevresi sayılmasını devletin sadece teknik bir arıza olarak gördüğü, Osmanlı devletinden beri gelen bu vilayetin seçim çevresi olması durumunu alışkanlıktan dolayı sürdürse de, bunu doğru bulmadığı, sadece lütfen dokunmadığı, bu anayasa maddesinden de anlaşılmaktadır. Anayasaya göre Adanalı vekil Adana’yı temsil edemez, Kütahyalı vekil Kütahya’yı temsil edemez, yalnızca bütün milleti temsil eder ise niye onlar bütün milletin oylarıyla değil de sadece Adanalı ve Kütahyalının oylarıyla seçilmektedir ki? Devlet bu gibi sorular karşısında derhal kaşlarını çatar. Yasa böyle emrediyor, falan filan. İyi de, o yasayı milletin temsilcileri yapmıyor mu? İsterlerse değiştiremezler mi? Nerde görülmüş o yoğurdun bolluğu. Türkiye’de son 60 yıldır yapılan serbest seçimler döneminde, hiçbir meclis anayasa hazırlayamamıştır. Sadece ucundan, zar zor müdahale edebilmiştir. O da ne zorluklarla. Zira halkın seçtiklerine düşen, yol yapmak köprü, baraj vesaire inşa etmekten öte değildir.
Madem bir vilayet halkının seçtiği vekil o vilayeti temsil edemiyor, o halde neden ülke vilayetler temelli seçim çevrelerine bölünür ki? Zira, bu bakış açısına göre her vekilin tüm halkı temsil ettiği gibi, tüm halkın oylarıyla vekalet etmesi gerekmektedir. O halde 550 koltuk mu tahsis edilmiş parlamentoya, istersin her partiden 550 kişilik birer liste, Türkiye genelinde kim ne kadar rey toplayabildiyse o sayıda vekil çıkarsın. Vilayeti ne karıştırırlar. Aslında bu kanun maddesinin (anayasa madde 80) müelliflerinin düşüncesi de bu yöndedir. Vilayetlerin seçim çevresi sayılmasını kerhen kabul etmektedirler. Tipik otoriter devlet refleksidir bu. Bu tür devletler, merkeziyetçilikten uzaklaşmaya, bireylerin güç kazanmasına, toplumun atomize olmasına, otoritenin paylaşılmasına tahammül edemez. Anayasa madde seksen işte bu tahammülsüzlüğün uç verdiği yerlerden birisidir.
Türkiye’de vilayetlerin seçim çevresi olarak gelenekselleşmiş kabulünün, gelenek dışında bir izahı yoktur. Bir taraftan devlet otoritesinin bunu lütfen kabul etmesi bir yana, halkın yönetime katılması açısından da, vilayet sınırlarının bir özelliği yoktur. Türkiye Cumhuriyeti devletinde il, ilçe, bucak sınırları ile, katı otoriter bir zihniyet tarafından, valileri, kaymakamları, müdürleri aracılığıyla, devlet otoritesinin taşraya nüfuzu amaçlanmıştır, asla taşranın hizmet alımını kolaylaştırmak gibi bir hedef amaçlanmamıştır. Bu durum aslında sadece Türkiye Cumhuriyetine özgü değildir. Tanzimat dönemi ile başlamıştır. Bugünkü Türkiye Cumhuriyetinin idari yapısı Tanzimat döneminde oluşturulmuştur. Öyle ki, bu idari yapının üstüne dikilen bayrak bile o dönemden mirasdır. Osmanlı devleti ile Türkiye Cumhuriyeti devleti bu konuda hemfikirdir. Bu gelenek halen sürdürülmektedir.
Halbuki, halkın yönetime katılması açısından seçim çevresi uygulaması önemlidir. Seçim çevresi ne kadar daraltılırsa, halkın temsili, yönetime katılım imkanı o kadar güçlenir. Bu yüzden bu gün dünyada bir çok ülkede seçim çevreleri tek vekil seçilecek şekilde daraltılmıştır. Her bir seçim çevresinde sadece bir vekilin seçildiği bu seçim sisteminde genellikle nisbi çoğunluk yeterli sayılır. Yani hangi aday nisbeten en çok oyu alırsa, o kişi vekil kabul edilir (İngiltere başta olmak üzere). Mutlak çoğunluk isteyen ülkelerde mecburen iki turlu bir sistem yürürlüktedir (Fransa’da olduğu gibi). İlk turda o seçim çevresinde %50 oy toplayamayan aday veya partilerin bir kısmının ikinci tura katılması suretiyle %50 oy, yani mutlak çoğunluk sağlanmış olur.
Bugün, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa başta olmak üzere, dünyanın bir çok ülkesinde halkın vekilleri dar bölge seçim sistemi olarak adlandırılan bu seçim sistemi sonucu oluşmaktadır.
Dar bölge seçim sistemi, halkın siyasi partilere, dolayısıyla merkeziyete olan bağlılıklarını da azaltacak, her vatandaş, kimi vekil seçeceğini açık ve net bir şekilde görecek, oyunu ona göre verecek, Ankara’da kendisini kimin temsil etmesini istiyorsa onu seçebilecektir. Dolayısıyla, devletin siyasi partileri kontrolü vasıtasıyla, büyük oranda belirlediği değil, halkın tercih ettiği kişiler meclisi oluşturacak ve her temsilci, siyasi partilerden veya devletten değil, öncelikle kendi seçim çevresindeki halkın oyundan gücünü aldığını bilerek icraat yapacaktır. Böylece, devletin siyaset vasıtasıyla halkı yönetmesi değil, halkın siyaset vasıtasıyla devlete nüfuzu sağlanabilecektir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, 1950 yılı öncesinde halkı çok otoriter bir yönetim tarzıyla, söz hakkı vermeden yönetmiş, ancak şartlar el vermediğinden, 1950 yılından itibaren siyasi partiler aracılığıyla yönetmektedir. Siyasi partileri zaptu rapt altına alarak, manipüle ederek, bu durumu 60 yıldır, ara ara kaş göz yararak da olsa (darbeler, muhtıralar, kaş çatmalar, parmak sallamalar), devam ettirmektedir. Aslında bu durum, devletin sahibi olan devletlu bürokratların istediği bir şey değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın gidişatı yüzünden mecburen katlanılan bir durumdur. Bu yüzden sürekli 1950 öncesi özlemi içerisinde yanıp tutuşmaktadırlar. Hani kazara dünyada tekrar bir otoriter devlet modası ortaya çıksa derhal durumdan vazife çıkaracaklarına kuşku yoktur. Özellikle iki binli yıllarda, büyük oranda Avrupa Birliği ile olan ilişkiler çerçevesinde, zemin kaybetse de, halen ülkenin devletlu yönetici sınıfı siyasete müdahale ederek, siyaseti manipüle ederek otoritesini sürdürmektedir.
Türkiye’de halkın yönetime katılımının daha sağlıklı olabilmesi ve parlamenter sistemin halkın çıkarları doğrultusunda işletilebilmesi için, anayasanın 80. maddesinin kaldırılması ve her bölgede bir vekil olmak üzere dar bölgeler oluşturularak seçimlere gidilmesi önemlidir.
Dar bölgelerin oluşturulması teknik bir meseledir ve bu konuda dünyadaki örnekler takip edilebilir.
Amerika Birleşik Devletlerinde meclis üye sayısı 435 ile sınırlıdır. Yaklaşık 100 yıldır bu sayı sabit tutulmak kaydıyla, her 10 yılda bir yapılan nüfus sayımı sonucunda seçim çevresi sınırları yeni nüfusa göre yeniden düzenlenmektedir. Seçim çevresi, dolayısıyla vekil başına düşen nüfus artmaktadır. Yakın zamanda 700 000 kişiyi aşmıştır. Her eyalet için, o eyaletin nüfusuna oranla vekil sayısı, dolayısıyla dar bölge sayısı tayin edilmektedir. Her bir eyalet içindeki dar bölgeler bilahare nüfusa göre düzenlenmektedir.
İngiltere’de meclis üye sayısı 650’dir. İngiltere’de seçmen sayısı değişikliğine binaen yaklaşık her 10 yılda bir seçim çevresi sınırları yeniden düzenlenmektedir. Her 70 000 seçmene bir seçim çevresi olacak şekilde ayarlandığı için, seçim çevresi sayısı değişmektedir. Son seçimde (2010) seçim çevresi sayısı 650, dolayısıyla vekil sayısı da 650 olmuştur.
Türkiye’de eğer mevcut mevzuatta bir değişiklik yapılmaz ise vekil sayısı 550’dir. 550 vekil sabit kalır ise, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, 81 vilayete, nüfusuna göre dar bölge tayini yapılabilir. Her vilayet için, sırayla ilçe, bucak, köy, mahalle sınırları gözetilerek, köy ve mahalle sınırlarını aşmamak suretiyle (aksi halde, teknik olarak iş çok zorlaşır) dar bölge sınırları tayin edilebilir.
Tabiidir ki, Türkiye’deki vilayetler herhangi bir muhtariyete, özel yönetime tabi olmadığı için, il sınırları gözetilmeksizin seçim çevreleri oluşturmak ta mümkündür. Edirne’den başlayarak, Şemdinli’ye kadar köy köy, mahalle mahalle, idari sınırlara takılmadan da dar bölgeler oluşturulabilir.
Türkiye’nin 2010 yılında açıklanan nüfus verilerine göre, 31 Ocak 2009 günü itibariyle nüfusu 72 561 312 kişidir. Bu sayı 550’ye bölündüğünde, 131 930 rakamı bulunur. Her bir seçim çevresinin bu civarda bir nüfus barındırması çerçevesinde gerekli sınırlar çizilerek seçim çevreleri oluşturulabilir. Bunun için herhalde en kolay yol, sırf teknik sebepler yüzünden de olsa, idari sınırları yol haritasına dahil etmektir. Ayrıca, nüfusa göre değil de, seçmen sayısı oranına göre de bir düzenlemeye gidilebilir. Örneğin 2007 yılında yapılan milletvekili genel seçimleri sonuçlarından anlaşıldığına göre, o tarihte seçmen sayısı 42 571 283 kişidir. Bu sayı 550 rakamına bölündüğünde, 77 402 rakamı bulunur. Nüfus ağırlıklı seçim çevreleri dizaynında olduğu gibi, her bir seçim çevresinin bu civarda bir nüfus barındırması çerçevesinde gerekli sınırlar çizilerek, seçmen sayısı ağırlıklı seçim çevreleri oluşturulabilir.
Elbette dar bölge seçim sistemini uygularken, ülke seçim barajı gibi bir şeyi aklından geçirecekler ile, dam üstünde saksağan … veya bu ne perhiz … diye başlayan deyişler vasıtasıyla dalga geçilebilir sadece. Çünkü gerçekten de dar bölge seçim sisteminin özü ile seçim barajı düşüncesi ancak vur beline kazmayı şeklinde anlaşılabilecek bir lahana turşusu kurmak anlamına gelecektir.