Fert veya cemiyet hayatının hemen her boyutunda, devletlerin ve diğer toplum örgütlerinin, bireyin özeline nüfuz, bireyin özelini denetleme ve bireye şekil verme imkanlarının, teknolojik imkanların verdiği araçlar vesilesiyle, geçmişle kıyaslanmayacak şekilde arttığı gözlemlenebilmektedir. Devletler, toplumu oluşturan bireyleri daha kolay takip edebilmekte, onlara yeni bir takım yükümlülükler yükleyebilmekte, denetleyebilmekte, uymayanları kolaylıkla bulup cezalandırabilmektedir. Devletler kendince toplum ve birey hayatını idealize etmekte, koyduğu kurallara uymayan bireyleri bir türlü cezalandırıp, uyanları mükafatlandırarak sistemlerini berkitebilmektedir.
Devletlerin ve diğer toplum örgütlerinin her zaman bireyi kıskaca alacak, onu terbiye edecek bir yapılaşma içinde bulunması elbette bir zaruret değildir. Elbette devletler ve diğer örgütler, toplumu şekillendiren, bireylere bir kalıp giydiren makineler gibi davranabileceği gibi, bireyleri daha özgür bırakma, mümkün olduğunca bireyin özeline müdahale etmeme gibi prensiplere sahip de olabilirler. Nitekim, dünyada, Kuzey Kore, Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkeler olduğu gibi, Hollanda, Norveç gibi ülkeler de vardır.
Nihayet, bugün dünyaya genel olarak bakıldığında, Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri (Finlandiya-Almanya-Avusturya-İtalya hattı ve batısındaki ülkeler), Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda şeklinde sıralanabilen ülkeler, Batı Avrupa’da ortaya çıkan sanayileşme döneminin ürünlerini toplamış, refah seviyesi yüksek, aynı zamanda ferdi özgürlüklerin yüksek seviyede olduğu, devletlerin güçlü ancak, devletçiliğin güçlü olmadığı ülkeler olarak göze çarparken; özellikle Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleri ağırlıklı olarak fakirlik ve zayıf birey-güçlü devlet sarmalı içinde bocalamaya devam etmektedir. Bu ülkelerde yer yer bir takım devlet yapıları yahut bireyler, sürekli kutsanarak, fetişleştirilerek bireyin önüne dikilmekte, kımıldayanın üzerine çökmektedir.
Tabiidir ki dünyada yukarıda ülke adları verilerek çizilen sınırlar mutlak değildir. Bazı ülkeler, mezkur ülkeler gibi yahut onlara yakın bir serbestlik içerisine girmiş, bazı ülkeler de yer yer ceberrut bir merkezi devlet görüntüsü vermiş olabilir. Elbette istisnalar kaideyi bozmaz.
Son birkaç asırdır hızla yapısal değişimlere uğrayarak, sanayileşme ile birlikte refah seviyesi artan toplumlara uygun olarak yeniden yapılanan modern devletler, eski devlet yapılaşmasından ayrı olarak yeniden kurgulanırken, devletin veya toplumun temel dayanağı olarak ihtiyaç hissettiği bir takım faraziyeler üretmiş ve bunu bireylere dayatmıştır. Dolayısıyla aslında Batı Avrupa’da ortaya çıkan bu yeni tarz devlet yapılaşması, devlet açısından sahip olunan otoriteye veya güce, birey açısından ise otoriteye itaate dayalı eski devlet yapısı yerine, bir takım ön kabullere, kutsallara, fetişlere dayalı bir devlet yapısına dönüşmüştür. Bu ön kabuller ve kutsallarla çerçevelenmiş olan devletin dayandığı ideoloji ve ülküye de bireyin boyun eğmesi gerekmiştir.
Zamanla bu ilk evrilen ülkeler, olgunluk aşamasına girerek, kutsallarını ve fetişlerini gevşeterek, bireyin nefes almasının önünü açmış, fikir ve vicdan hürriyetini genişletmiş ve halen de genişletme yolunda çaba sarf etmektedir. refah seviyesi artan ve içinde yaşadığı devletin yaptırımlarının, kabul ve dayatmalarının hayatı kendisine zindan ettiğini gören bireylerin, modern devletin kendilerini dış dünyadan korumanın yanında, çarkları arasında öğüttüğünün de farkına varan bireylerden oluşan toplumların, devlet aygıtını gevşetmekte olduğu görülmektedir.
Söz konusu değişim ve dönüşümü geç yakalamış ülke ve toplumlar, gerek refah seviyesi, gerek devlet ve toplum algılamaları geç değiştiği için olsa gerek, henüz Batı Avrupa ve ardından gelen coğrafyalarla at başı gidememiş, onların uzun yıllar önce geçirdiği evrelerde halen at koşturmaktadırlar.
Özellikle sanayileşmenin getirdiği dönüşümün bireysel anlamda yaşanmadığı toplumlarda, modern devlet yapısının kurgulanması, toplumsal dinamiklerin devreye girmesi beklenmeden, toplumun devlet tarafından yapılandırılmasına, dönüştürülmesine çalışılması; devletlerin bu yeniden yapılanmada dayattığı, eski başa yeni takke misali, nevzuhur kabuller, dogmalar, kutsallar ve yaptırımlar, bireylerin sudan çıkmış balığa dönmesine, kafayı yemesine neden olmuş ve olmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti de, yaklaşık yüz yıl, devletin yeniden yapılanmak suretiyle toplumu yeni kabullere zorladığı, bir takım değişikliklerle bireylerin hayatlarını felç ettiği, bir kısım topraklar üzerinde bulunan bir devlettir. Bu yüz yıllık devre, Sultan Mahmut dönemiyle başlayıp, Kemal Paşa dönemiyle nihayete ermiştir.
Sultan Mahmut ve ardından gelen Sultan Mecit dönemi, devletin yeniden kurulduğu bir dönemdir. Sultan Mahmut reformları, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı dönemlerinde devlet adeta yeniden kurulmuş, eski adet ve alışkanlıklar yer yer atılmış, devlet daha önce görülmedik bir şekilde merkezileşmiş, Sultan Aziz ve Sultan Hamit dönemlerinde de, daha yavaş da olsa, yeni düzenlemelere gidilmiş; sadece bir takım yöneticilerin tebası olan ancak günlük yaşamında kendisine pek karışılmayan halk, bir takım angajmanların içerisine girmiş, devletin topluma dayattığı bir takım idealler toplumsal hayatı değiştirmiştir. Bu durum, İkinci Meşrutiyet döneminde daha da hızlanarak (İkinci Meşrutiyet dönemi, çok kısa bir zaman aralığında çok büyük değişimler getirmiştir. Devlet yapılanması çok değişmiş. Devletin şablonuna uymayan halkın bir kısmı ve bir kısım düşünceler üzerindeki tahakküm artmış ve Cihan Harbiyle kucak kucağa ve hemen ardından devam eden bir iç savaş sonucu devletin nüfuz edebildiği topraklar üzerinde daha önce görülmeyen nitelikte büyük bir devlet tahakkümü oturup çöreklenmiştir.), Cumhuriyete kadar gelinmiştir. Nihayetinde, yüz yıl önceki devlet ve toplumdan bir eser kalmamış, Müslümanı Hıristiyanıyla çok dinli, Türküyle Arabıyla çok dilli olan devlet tebası, 1925 yılındaki Takriri Sükun Kanunu ertesinde, tek dinli ama aynı zamanda dinle de arası iyi olmayan, tek dilli ve milliyetçi, militarist bir devletin tebası olmuş, devletin bu ülkü ve ideallerini sırtlamak mecburiyeti ile kendini devlete yarandırmaya çalışmak zorunda kalmıştır. Bu dönemden sonra, iki dünya savaşı arasında dünyada esen ekonomik ve siyasi havanın da etkisiyle devlet, toplum üzerinde tam hakimiyet sağlamış ve toplumu adeta bir hamur gibi yoğurarak istediği kıvama getirmeye çalışmıştır (Osmanlı bakiyesi milletlerden bir Türk ulusu yaratmak (aslında Osmanlı bakiyesi milletlerin bakiyesi olan İslam Milleti dışındaki Yahudi ve Hıristiyan unsurlar nerdeyse yok olmuş (zaten o zamana kadar yok olmayan toplam birkaç yüz bin tutan Yahudi ve Hıristiyan milletler, çeşitli organizasyonlar ile hayatın kendilerine zindan edilmesi suretiyle kaçırtılarak zaman içerisinde sayıları yok nispetine indirilmiştir), hemen hemen sadece İslam Milleti kalmış idi bu dönemde. Dolayısıyla yapılan Osmanlı İslam Milletinden bir Türk milleti yaratmak idi)). İkinci Dünya savaşının nihayetinde belli başlı militarist devletlerin yenilgisi sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, kişilik haklarını hiçe sayarak, insan hayatına müdahalesi, bireyleri belli kalıplara sokması ve çıkanları şiddetle cezalandırması; her türlü baskı aracının, devletin halkı istediği gibi değiştirebilmesine hasredilmesine matuf militarist yapısını koruyabilmesinin yeni dünya şartları içerisinde zorluğunu gören veya bu konuda dış odaklardan baskı gören devlet yöneticileri bir yumuşama içerisine girmiş, bir takım basınç azaltıcı muslukları gevşeterek, halkın biraz nefes almasına olanak sağlamıştır. 1925-1945 yılları arasındaki bu, devletin en ceberut olduğu, halkın katıksız militarizmle süründürüldüğü tek partili dönem böylece kapanmıştır. Ancak ardından gelen çok partili dönemde de (Türkiye’de 1945 yılından başlayıp halen devam eden çok partili dönem, gerçekten de çok partilidir ancak, siyasi partilerin sadece bazı sosyal ve ekonomik konularda farklılaşmaları prensibine dayanır. Siyasi partiler arasında siyasi görüş ayrılıkları, siyaseten tek parti döneminden sapmalar kabul edilmemiş ve halen de kabul edilmemektedir) özellikle askeri olmak üzere, bürokratik kademelerin gerek siyasi partiler ve gerekse halk üzerindeki vesayetlerini sürdürerek, iki dünya savaşı arasındaki konumlarını, otoritelerini mümkün olan en az zayiatla sürdürmeye çalışmaları neticesinde büyük değişimler olmamış, dünya genelindeki soğuk savaş dönemi şartlarının da avantajıyla tek parti rejiminden büyük sapmalar görülmemiş, 1925-1945 yılları arasında oturtulmuş askeri vesayet rejimi hayatiyetini 1945-1990 yılları arasında da muhafaza etmiştir. 1990 yılından sonra dünyada esen özgürlükçü rüzgarların ve iletişim olanaklarının çok hızlı bir şekilde artışının da etkisiyle, toplum bireyleri arasında bireyselleşme, devletin tahakkümünden sıyrılabilme imkanları artmıştır. Ve bu eğilim, eski rejimin kıyısından köşesinden de olsa, çok yavaş da olsa, bir değişime neden olmuş ve olmaktadır. Son yıllarda, özellikle Adalet ve Kalkınma Partisinin bürokratik rejimle takıştığı 2007-2010 yılları arasında, bu değişimin hızı artmıştır.
2010 yılına kadar süren bu değişim, yine de, hali hazırda Türkiye Cumhuriyeti devletini oluşturan bireylerin, 1925 yılında kurgulanan bu tek parti zümresinin egemenliğindeki militarist devlet yapılaşmasının yok olması suretiyle, özgürleşmesine yetmemektedir.
Miladi yirmi birinci yüzyılın başlarında genel olarak dünyaya bakıldığında, ekonomik imkansızlıkları olan fakir ülke insanlarının bireyselleşmede geri kaldıkları, devletçiliğin ağır bastığı, devletin veya toplumsal yapıların birey üzerindeki tahakkümlerinin büyük çapta olduğu görülmektedir. Nispeten müreffeh ülke insanlarında ferdi özgürlüklerin daha önde olduğu bilinmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletini oluşturan bireylerin refah seviyesi dünya ortalamasının üzerindedir. Hal böyle iken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1925 yılında kurgulanmış, militarist bir tek parti yönetiminden hala vaz geçmemesi yüzünden, dünyada hızla artan iletişim ve ulaşım imkanları neticesinde, bireylerin bu rejimin yanlışlığını gün geçtikçe daha fazla fark ederek, bundan kurtulma çabası içerisine girmeleri ve bireyselleşmeye çalışmalarının neticesinde önlerine dikilen kalın devlet duvarlarına toslamaları, sosyo-psikolojik sorunlara yol açmakta, topluma zarar vermektedir. Türkiye’de devlet, toplumu oluşturan bireylerin günlük hayatını kolaylaştırmaya çalışan bir devlet değil, toplumu ve bireyleri yola getirmeye çalışan, oraya buraya bir takım çizgiler çizen, otoriter yönünü, kıyısından köşesinden çentikler alsa da, muhafaza eden bir devlet görüntüsü vermektedir. Bu durum, gerek Türkiye’nin, gerekse Türkiye’de yaşayan insanların refah seviyesinin Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapılaşmasına yansımadığını göstermektedir. Bu durum, gerek Türkiye devletine, gerekse Türkiye’de yaşayan bireylere yakışmamaktadır. Türkiye’de yöneticilerin dillerinden düşürmediği muasır medeniyet seviyesi söyleminden kasıt herhalde, iki dünya savaşı arasındaki Almanya ve İtalya değil, yirmi birinci yüzyıldaki Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği gibi oluşumlar olmalıdır. Maalesef Türkiye Cumhuriyeti devleti 1925-1945 yılları arasındaki kalıplarını, ezberlerini, tarihi dondurmak istercesine, sürdürmeye devam etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içerisinde çalışan bireylerin ortalama üretimlerinin Amerika Birleşik Devletleri para birimi olan dolar temelinde parasal ifadesinin (çalışan başına gayri safi yurtiçi hasıla), çalışan başına üretimin, diğer bir deyişle emek verimliliğinin verildiği Tablo 1’e göre (bazı ülkelerin 2009 yılı gayri safi yurt içi hasılalarının (Dünya Bankası (World Bank) verileri) yine o ülkelerin 2009 yılı toplam çalışan nüfuslarına (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve Uluslararası İş Örgütü (İLO) verileri) bölünmesi ile elde edilen, bazı ülkelerin çalışan başına gayri safi yurt içi hasılaları), emek verimliliğinde, Türkiye içerisinde bulunan bireylerin üretiminin, dünya ortalamasının iki katından fazla, Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinden yüksek, Orta Avrupa ülkeleri civarındadır. Türkiye’de çalışan insanların ortalama üretimleri, Japonya, Kore, Tayvan gibi birkaç Doğu Asya ülkesi ile Suudi Arabistan, İsrail gibi birkaç Batı Asya ülkesi çalışanları dışındaki Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri çalışanlarının ortalama üretimlerinin de üzerindedir.
Bu tabloda çalışanların ortalama üretimlerinin yıllık bazda, Amerika Birleşik Devletleri Doları cinsinden, parasal ifadesi, her ne kadar çalışanların ortalama gelirleri demek değilse de, farklı ülke verileri kıyaslandığında, çalışanların ortalama gelirleri hakkında genel bir fikir de vermektedir.
Tablo 1. Emek Verimliliği (2009)
Ülkeler A B C
Norveç 107837 2492 268731
ABD 100938 139878 14119000
İrlanda 95830 1917 183707
Belçika 88460 4421 391082
Fransa 84534 25695 2172097
İtalya 83456 23025 1921576
İspanya 79187 18888 1495683
Avusturya 78684 4078 320873
İsveç 78371 4499 352593
Avustralya 78357 10952 858168
Hollanda 78300 8596 673066
İngiltere 77889 28975 2256830
Almanya 76541 38797 2969575
İsviçre 76359 4568 348807
Kanada 75986 16849 1280280
Finlandiya 75683 2449 185348
Suudi Arabistan 74656 7957** 594034
Yunanistan 74230 4509 334701
Danimarka 73222 2776 203265
İsrail 72712 2841 206576
İzlanda 71399 168 11995
Japonya 65900 62818 4139682
Yeni Zelanda 57981 2164 125470
Güney Kore 56342 23506 1324383
Slovenya 56246 981 55177
Hırvatistan 54690 1605* 87778
Çek 53797 4920 264683
Macaristan 52766 3754 198084
Portekiz 51985 5025 261224
Slovakya 51196 2366 121130
Türkiye 48837 21271 1038815
Polonya 45821 15868 727086
Estonya 43745 596 26072
İran 41105 20500** 842651
Rusya 38812 69305 2689846
Güney Afrika 38355 13216 506901
Lituanya 36892 1416* 55928
Şili 36615 6642 243196
Malezya 36105 10660** 384879
Bosna Hersek 35933 890** 31980
Meksika 35505 43375 1540042
Letonya 35359 983* 34758
Makedonya 35087 630* 22105
Romanya 33001 9243* 305031
Morityus 31187 525* 16373
Bulgaristan 31079 3254* 101131
Sırbistan 30397 2822** 85781
Venezuela 29358 11914* 349774
Arnavutluk 27463 962** 26419
Tunus 27354 3155** 86303
Belarus 27168 4638** 126003
Colombiya 23475 17426** 409076
Kazakistan 23275 7857** 182870
Azerbaycan 20866 4056** 84634
Mısır 20672 22776* 470818
Irak 14691 7606** 111742
Ermenistan 14557 1118** 16275
Tayland 14369 37706* 541779
Fas 13947 10475* 146095
Ukrayna 13860 20972** 290674
Sri Lanka 13502 7175** 96880
Yemen 13160 4425** 58233
Gürcistan 13074 1602** 20944
Çin 11734 774800** 9091142
Paraguay 10215 2811** 28713
Filipinler 9557 34089** 325777
Endonezya 9224 104678 965573
Moğolistan 9029 1042** 9408
Pakistan 9018 49090** 442699
Moldova 8135 1251** 10177
Tacikistan 6338 2163** 13710
Vietnam 5738 44915** 257743
Kırgızistan 5563 2184** 12150
Dünya 23789 3045000* 72437051
Açıklamalar:
C sütunu: 2009 yılına ait Milyon Amerika Birleşik Devletleri Doları olarak Dünya Bankası (World Bank) Gayri Safi Yurtiçi Hasıla verileri.
B sütunu: 2009 yılına ait 1000 kişi olarak Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) istihdam verileri.
A sütunu: Amerika Birleşik Devletleri Doları olarak C ve B sütunlarının oranı olan emek verimliliği değerleri.
* Uluslararası İş Örgütü (İLO) 2009 yılı verileri
** Uluslararası İş Örgütü (İLO) 2008 yılı verileri
Tablo 1’de görülen emek verimliliğinde Türkiye’den yüksek rakamlara sahip ülkelere, veri yetersizliğinden dolayı tabloda yer almayan, ancak emek verimliliği yüksek bazı ülkeler de eklenir ise; dünyada yaklaşık olarak 1 100 000 000 civarında bir toplam nüfusa sahip bir takım ülke halklarının ortalama emek verimliliğinin Türkiye vatandaşlarının ortalama emek verimliliğinden yüksek, ve yaklaşık 5 700 000 000 civarında bir toplam nüfusa sahip dünyanın geri kalan ülkelerin halklarının ortalama emek verimliliğinin ise Türkiye vatandaşlarından düşük olduğu anlaşılmaktadır. Bu rakamlar yaklaşık 6 900 000 000 olan dünya nüfusuna oranlanır ise, emek verimliliği Türkiye’den yüksek olan ülkelerin nüfus toplamının dünya nüfusuna oranının %16, diğerlerinin oranının ise %83 civarında olduğu söylenebilir.
Dünyada 2010 yılı sonu itibariyle yaklaşık altı miyar dokuz yüz milyon insan yaşamaktadır. Türkiye’de ise aynı dönemde yetmiş üç milyon civarındadır toplam nüfus. Türkiye’nin nüfusu dünya nüfusunun yüzde biri kadardır. Ya da başka bir deyişle, Türkiye dışında daha altı milyar sekiz yüz milyon küsur insan yaşamaktadır dünyada. Aynı dönemde Avrupa Birliği’nin (Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, İspanya, vs.) nüfusu beş yüz milyon, Amerika Birleşik Devletleri’nin nüfusu ise üç yüz on milyon civarındadır. Yani, Türkiye, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri dışında dünyada yaklaşık altı milyar insan daha yaşamaktadır (dünya nüfusunun yüzde seksen yedisi).
Böylesi bir ekonomiye sahip dünyanın herhangi bir ülkesinde olmayan, olmayacak derecede bir kısır devlet anlayışına sahip bir ülkede neden değişimin gecikmekte olduğu, Avrupa Birliği uyum sürecinin de dürtüsüyle değişen, dönüşen bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ve Balkan ülkeleri kervanına, aynı uyum sürecine yıllardır dahil olduğu halde, Türkiye Cumhuriyeti devletinde neden otoriter devlet anlayışının yerini bireyselleşmeye, serbestiye, ademi merkeziyete bırakmadığı hayreti muciptir. Zira devletin otoriter ve merkezi yapısı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ekonomik büyüklüğü ve vatandaşlarının hayat standardıyla tenakuz oluşturmaktadır.